4 dakika okuyuş

Dönen Küreler, Sanat ve Bilim

Dönen Küreler, Sanat ve Bilim

“Resmimiz ve nesrimiz olsa, başka bir millet olurduk.”

Yahya Kemal’in bu tespitini çok yerinde bulmuşumdur hep. Çünkü eğer resmimiz olsa, bilimimiz de olurdu. Nasıl mı? Biraz açayım...

*   *   *

Ortaçağ Batı ve İslam kozmolojisine göre, Dünya evrenin merkezini oluşturmakta ve gök cisimlerinin tümü, Dünya’nın etrafında iç içe geçmiş, eşmerkezli, şeffaf gökküreler üzerinde dönmekteydi.

Aristo (MÖ 384-322) ve İslam dünyasında Batlamyus olarak bilinen Ptolemaios’un (MS 100-170) öğretilerine dayanan bu kozmoloji modeli, evreni iki farklı bölgeye ayırıyordu: Dünya’mızı kapsayan, değişken, yozlaşma ve çözülmeye açık ‘Ay-altı’ âlemi ve onun üzerinde konumlanan, değişmez, ebedi ve mükemmel sayılan ‘Ay-üstü’ âlemi.

Ay-altı fiziksel âlem; toprak, su, ateş ve hava olarak, dört elementten oluşuyordu. Ay-üstü âlemi ise, farklı bir yapıya sahipti ve bu âlemde yükseldikçe, ilk önce gezegenleri (bunlara Güneş ve Ay dahildi) taşıyan yedi küre, daha sonra sabit yıldızlar küresi ve en dışta, adına ‘Primum Mobile’ denilen son küre ile karşılaşılıyordu. ‘İlk hareket ettirici’ anlamına gelen Primum Mobile, içerisindeki tüm diğer kürelerin dönmesini sağlayan küre idi.

Ortaçağ Hristiyan teolojisi, bu kozmolojik modeli sahiplendi ve kendi ihtiyaçlarına göre uyarladı: Primum Mobile’yi Hristiyanlık tanrısı ile eşleştirdi (Tanrı, her şeyin ilk nedeni, ilk hareket ettirici güç idi) ve onun ötesindeki bölgeye Cennet’i yerleştirdi. Tam bir harmoni içerisinde dönen küreler, bir ‘küreler müziği’ yaratıyordu. Ancak Hz. Adem ve Hz. Havva’nın Cennet’ten kovuluşundan sonra, Ay-altı âlemine düşen insanoğlu, bu müziği duyabilmekten yoksun kaldı.

Bu kozmolojinin iki önemli özelliğine dikkat çekelim. İlk özellik, evrenin sonlu olmasıydı: Primum Mobile ve Cennet, evrenin sınırını oluşturuyordu. İkinci özellik ise, kozmosun homojen bir yapıda olmamasıydı: Dünya’dan uzaklaşıp daha üst gökkürelere ulaşıldığında, yani Tanrı’ya yaklaşıldığında, her şey kademeli olarak değişiyor, daha saf, daha hafif ve ruhani bir hâle bürünüyordu.

Bin küsur yıl kabul gören bu evren modeli 15. yüzyılı Batı dünyasında sorgulanmaya başlanacaktı: Ay-altı ve Ay-üstü bölgeleri birbirinden farklı olmayabilir miydi? Yani inanılanın aksine kozmos homojen bir yapıya mı sahipti? Ayrıca sonsuz da olabilir miydi? Sonsuz ise, Cennet’i nereye koymalıydı? Peki, 16. ve 17. yüzyıllarda Bilimsel Devrim’e ve akabinde 18. yüzyılda Aydınlanma Çağı’na yol açacak olan bu sorgulamayı tetikleyen unsurlar neler olmuştu? Astronomi değildi elbette, çünkü 15. yüzyıl astronomisi olağan dışı bir ilerleme kaydetmemişti. Sorumuzun yanıtını, Batı resim sanatında farklı bir ‘uzay’ anlayışının ortaya çıkışında bulabiliriz. Nasıl mı?

12. yüzyılın sonlarına dek, ağırlıklı olarak dinî motifler işleyen ressamlar, çizdikleri insan ve hayvan figürlerini—örneğin Cennet bahçeleri veya semavi manzaralar gibi—hayalî arka planlar üzerine yerleştirirlerdi. Ayrıca, tablolarını seyrettiğimizde, bu sanatçıların orantı ve derinlik kavramlarına henüz vâkıf olmadıklarını açıkça görürüz.

Ancak Ortaçağ düşünürlerinin Antik Yunan filozof ve matematikçilerinin (örneğin geometrinin kurucusu Öklid, MÖ 325-270) eserleriyle aşinalık kazanması, bu durumu hepten değiştirecekti. Çünkü Antik Yunan’ı Hristiyanlık ile bağdaştırmaya çalışan bu düşünürler, Tanrı’nın maddi dünyayı matematik kurallarına uygun olarak yarattığı fikrine varacaklardı. Bu değişimin derin sonuçlar olacaktı.

1267 yılında Papa Clement IV’e yazdığı bir mektupta, İngiliz Fransisken rahip Roger Bacon (1220-1292), sanatçıların Tanrı’nın yarattığı dünyayı daha sadıkça resmetmeleri ve eserlerinde geometrik orantılara saygılı olmaları gerektiğini savundu. ‘Geometrik biçimlendirme’ (geometric figuring) ismini verdiği bu üslubu Kilise prensip olarak kabul etmeli ve onun sanatçılar tarafından kullanılmasını teşvik etmeliydi.

Böylece, Öklid geometrisinin resim sanatına yerleşmesiyle, önemli değişiklikler baş gösterdi: üç boyutluluk yansıtılmaya; katı cisimler, ışık ve gölge yardımıyla resmedilmeye; realist sahneler çizilmeye başlandı. Bu dönüşümü İtalyan ressam Giotto’nun (1267-1337) eserlerinde net biçimde görmemiz mümkün. Giotto, tablolarında, gerçekçi ve doğru orantılı cisimlere, yerçekimine tabi insan figürlerine, hayali sahneler yerine gerçek yeryüzü manzaralarına, dağlara, nehirlere, anatomilerini ayrıntılı olarak incelediği hayvanlara yer verdi. Bir diğer deyişle sanatçının dikkati, doğal ve maddi dünyaya, ampirik ve bilimsel detaylara odaklandı.

Sanat tarihçisi Samuel Edgerton’a göre ‘geometrik biçimlendirme’, Avrupalı zihinleri, uzayı geometrik bir bakış açısıyla algılamaya yöneltti; 14. yüzyıldan 16. yüzyıla,Giotto’dan Raphael’e, Bacon’ın vizyonunu uygulamaya koyan Avrupalı sanatçıların boyama tekniği, doğrusal perspektifin icadıyla doruğa çıktı.

Resim sanatı, içerisinde bulunduğumuz dünyanın matematik ve geometri kurallarına tabi bir dünya olduğu görüşünün geniş kitlelerce benimsenmesini sağlarken, kozmolojik modelin sorgulanmasına da yol açtı. Zamanla, Dünya’da geçerli olan Öklid geometrisinin evrenin her yerinde geçerli olabileceği, o vakit Ay-altı ve Ay-üstü ayrımının anlamsızlaştığı, bu durumda homojen bir yapıya sahip olacak evrenin sonsuz olabileceği fikirleri ağır basmaya başlayacaktı. Bu dönüşümün çok önemli bir sonucu olacaktı: Uzayı gözlemleyen, mesafeleri ölçüp göksel cisimleri dikkatle inceleyip çizen astronom ve fizikçilerin, evreni ‘doğru’ algılayabilmeleri için zemin hazırlanmış; ezcümle, bilimsel ilerlemenin önü açılmıştı.

İslam’ın yasaklaması nedeniyle resim sanatı Osmanlı’da gelişme alanı bulamamıştır (18. yüzyıldaki Batılılaşma hareketlerine dek). Yukarıda aktardıklarımızdan yola çıkarak, Osmanlı’nın bilimsel geri kalmışlığının önemli bir nedeninin, resim sanatına getirdiği yasaklardan kaynaklandığını ileri sürebiliriz. Aksi takdirde, hem resmimiz hem de bilimimiz olurdu...