4 dakika okuyuş

Bilime Neden Güvenmeliyiz?

Bilime Neden Güvenmeliyiz?

Dostlar, ‘bilim karşıtlığı’nın yükselen bir akım olarak yaşandığı çağımızda, başlıktaki soruyu sormadan edemezdik. Uzun süredir ama özellikle Corona sürecinde, bilime karşı ses yükseltenlerin sayısı katlanarak artmış, bilime güvenip güvenmeme, bir bireysel hürriyet meselesi olarak algılanmaya başlamıştır.

Bilime duyulan güvensizliğin sosyo-kültürel nedenlerini anlamayı hedefleyen pek çok akademik çalışma gösterdi ki (köktendinci ve bağnaz kesim hariç tutulursa) insanların çoğu, bilime topyekûn bir karşıtlık sergilemektense, daha ziyade spesifik konularda bilime güven duymamaktadır: örneğin uzay istasyonu projesine olumlu bakan bir kişi, aynı zamanda 5G teknolojisine karşı çıkabiliyor veya GDO teknolojisini desteklerken, evrim kuramını reddedebiliyor, vs.

Bilime karşı güvensizliğin kök nedenlerini—kapsamlı bir liste olmamakla birlikte—şu başlıklar altında sıralayabiliriz: bireysel önyargılar, siyasi ve ideolojik tercihler, İnternet ve sosyal medyanın olumsuz etkileri, basının yüzeysel ve yanıltıcı haberciliği, bilimin anlaşılması zor bir alan oluşu, bilim insanlarının sergilediği tutum ve şeffaflık eksikliği, eğitim düzeyi ve çeşitli psikolojik faktörler. Bu nedenlerin her biri, ayrıntılı bir incelemeye muhtaç, şüphesiz.

Hâl böyleyken, bilime neden güvenmeliyiz? sorusuna üç başlık altında yanıt vermeye çalışalım.

1. Bilimsel metot (bilimsel yöntem)

Bilime güvenmemizin başlıca nedeni, bilimin, adına ‘bilimsel metot’ denilen yaklaşıma dayanarak icra edilmesidir. Bilimsel metot, bir kuram geliştirmek, onu desteklemek ya da yanlışlamak amacıyla kullanılır. Bu metot, kademeli ve döngüsel biçimde uygulanır. Şöyle ki:

İlk başta, incelenen husus ile ilgili bir varsayım (hipotez) oluşturulur, bu varsayımın mantıksal sonucu olarak bir kestirimde bulunulur ve bu kesitirim, deneysel ortamda ölçüm/gözlem yaparak, doğrulanmaya çalışılır. Eğer kestirim doğrulanmaz, yani kesitirim ile ölçüm/gözlem arasında uyuşmazlık tespit edilirse, başlangıç hipotezi sorgulanıp tekrar gözden geçirilir, yeni bir kestirim oluşturulup tekrar ölçüm/gözlem ile karşılaştırılır. Bu süreç, ‘doğru’ hipoteze/hipotezlere, yani ölçüm/gözlemler ile bağdaşan kestirimlere ulaşana kadar tekrarlanır. Böylece ortaya güvenilir bir teori (bir model) çıkar. Bilimsel metot, sadece temel bilimlerde değil, başka bilimsel alanlarda da (örneğin günümüzde bilgisayar ortamında hesaplamalı bilimlerde de) uygulanır.

Bilimsel metot, mutlak gerçeklere ulaşmamızı, her zaman hatasız teoriler yaratmamızı sağlayan ‘sihirli’ bir formül değildir elbette. Bir defa bilimde, bir şeyin mutlak anlamda kanıtlandığını hiçbir zaman söyleyemeyiz. Ayrıca yanlış teoriler, doğru kestirim verebilirler (dünya merkezli Ptolemaios kozmolojisi bu bağlamda en tanınmış örnek olsa gerek). Üstelik pratikte araştırmacının kişisel tercih/önyargıları, sonuçların niteliğini olumsuz biçimde etkileyebilir. Amerikalı bilim filozofu Thomas Kuhn, ünlü Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eserinde, bilimsel keşif süreçlerinin karmaşıklığını ortaya koymuştur. Hatta bir diğer bilim filozofu olan Avusturya doğumlu Paul Feyerabend, Against Method isimli eserinde, bir bakıma çok daha ileri giderek, bilimin ve bilgi arayışının aslında herhangi bir metoddan yoksun, anarşik bir süreç olduğunu öne sürmüştür…

Ancak bu görüşler bizleri kaygılandırmamalı, çünkü bilimsel keşfe yönelik tüm yaklaşımların ortak noktası, delil veya kanıt arayışıdır. Bilimin en önemli özelliği, olgusal oluşudur ve bu bağlamda delil, bilimsel bilginin temel yapı taşıdır. Dolayısıyla farklı şekiller alabilse de, bilimsel metot, bilimsel bilgiye güvenerek bakmamızın en önemli nedenlerindendir.

Yukarıda delillerden bahsettik. Ancak bu delilleri değerlendiren kimlerdir? Bilim insanlarıdır, elbette! Peki bilim insanları, bir şeyin bilindiğini söyleyebilmek için, yeterince delil toplandığına dair nasıl karar verirler? Bu önemli soruyu yanıtlayabilmek için, bilimin tam olarak nasıl çalıştığını anlamamız gerekir.

2. Bilimin işleyiş şekli

Nicelik ve nitelik bakımından savların yeterince delil tarafından desteklendiğine ilişkin karar, tek bir kişi tarafından değil, o alanda çalışan bilim insanları tarafından verilir. İşte tam bu noktada bilimsel bilgi üretiminin kilit bir kavramı ile karşılaşırız: uzlaşı (konsensüs). Bilimsel bilginin, uzmanların uzlaştıkları savların bütünü olduğunu söyleyebiliriz.

Peki, uzlaşı nasıl sağlanır?

Çalıştığınız konu hakkında doğru, özgün ve faydalı sonuçlar elde ettiğinize hükmedince, sonuçlarınızı ve kullandığınız yöntemi açıklayan bir makale (veya bildiri, kitap,…) hazırlarsınız. Yayına sunduğunuz makale, uzmanlar tarafından bir hakemlik süreci kapsamında değerlendirilir. Eğer bu (ilk) değerlendirme aşamasında reddedilmemiş ise, makalenizi olası eleştiri ve önerileri göz önünde bulundurarak güncellersiniz. Güncellenmiş metin yeni bir hakemlik sürecine tabi tutulur ve bu döngü tüm hakemler tatmin oluncaya dek yinelenir. Bilimsel bilgi üretiminin önemli bir öz denetim mekanizmasını oluşturan bu süreç, oldukça meşakkatli olup, kendi normlarına ve bir iç diyalektiğe sahiptir.

Yukarıda açıkladığımız uzman-meslektaş değerlendirmesi sürecinin zor ve sorgulayıcı oluşu, bilime güvenimizi güçlendirir. Dolayısıyla bilim insanına güvenmemize ihtiyaç yoktur, fakat bir süreç olarak bilime güvenebiliriz.

Günümüzde araştırma faaliyetlerinin gitgide kolektif bir nitelik kazanmasını (örneğin disiplinler arası çalışmaların hızla çoğalması), yani elde edilen sonuçların doğruluğu farklı paydaşlar tarafından kontrol ediliyor olmasını, bilime güvenimizi artıran bir diğer unsur olarak görebiliriz.

3. Uzmanlar

Uzmanlar, akademya veya akademya dışında spesifik bir alanda çalışarak kendilerini kanıtlamış, yıllara dayanan geniş bir bilgi ve tecrübeye sahip bilim insanlarıdır. Bu kişilere, çalışma konularında danışılır, kamuoyunu aydınlatacak değelendirmelerde bulunmaları istenebilir.

Amerikalı tarihçi David Joravsky’nin ifade ettiği gibi, uzmanlar ve “bilim insanları mutlak doğruya ulaştıklarını söyleyemezler, fakat kendi özel çalışma alanlarında, gerçek bilgiye, tüm diğer insanlardan en yakın kişiler olduklarını söyleyebilirler.”

Örneğin, otizm alanında çalışan bir uzmanın, aşıların etkisi konusunda Google’da 10 saat boyunca ‘aşılar ve otizm’ gibi anahtar sözcüklerini vererek araştırma yapmış olan kişiye kıyasla çok daha doğru ve güvenilir öngörülerde bulunması kaçınılmazdır.

Sonuç olarak, bilimsel metodun uygulandığı, meslektaş değerlendirme süzgeçinden geçerek uzmanların konsensüs sağladığı konularda, modern bilimin yanlış sonuçlara varmış olduğunu gösteren örnek sayısı yok denilebilecek kadar azdır.

İşte bu sebeplerden dolayı bilime güvenebilir ve güvenmeliyiz.