13 dakika okuyuş

Bilime Güvenmek

Bilime Güvenmek

İnsanlık tarihinde, Bilimsel Devrim’in tetiklediği dönüşümün eşi benzeri yoktur. Özellikle tıp, fen bilimleri ve mühendislik alanlarındaki ilerlemeler, tüm dünyada refah seviyelerini katbekat artırmış, insan uygarlığını apayrı bir mecraya taşımıştır.

Avrupa’da 1800’lü yılların başlarında ortalama 33 yıl olan insan ömrü, 1900 yılında 41, günümüzde ise 81.3 yıla tırmandı [1]. Son 200 yıllık dönemin refah artışı ile ilgili, ekonomi tarihçisi Deirdre McCloskey ‘Büyük Zenginleşme’den (Great Enrichment) bahsetti [2]: Tüm sosyo-ekonomik faktörler karşılaştırılabilir hâle getirildiğinde, günümüzde— sadece varsıl değil, yoksul toplumlarda da—yaşayan bir kişinin refah düzeyi (maddi gelir, alınan hizmetler, sağlık koşulları ...), 1800 yılında yaşamış ortalama bir kişiye kıyasla 10 ila 20 kat arası daha fazladır. Bu refah artışı, temelde, bilim ve bilimin uygulamalarından kaynaklanmaktadır.

Hâl böyleyken, günümüzde bilime ve bilim insanına duyulan güvenin erozyona uğrayışı, hatta hepten yok olşu, çelişkili olmanın ötesinde, endişe verici bir durumdur. Amerikan halkının sadece üçte birinin bilim insanlarına güvendiği ve çoğunun internette yer alan bilginin doğru olup olmadığını algılamaktan aciz olduğu, yapılan anketlerden ortaya çıkmaktadır [3,4]. Türk halkı hakkında benzer istatistiklere sahip değiliz, kaldı ki ülkemizde bilime verilen önem ve itibarın ne denli düşük olduğu bir vakıadır.

Bilgisayar teknolojilerinin ve her türlü dijital uygulamanın yaygınlık kazandığı çağımızda, cep telefonu ve internet gibi çeşitli iletişim araçlarına; MR, CT görüntüleme cihazları veya cerrahi robotlar gibi sofistike tıbbi ekipmana; gen tedavileri, yeni nesil ilaç ve aşılara ve daha nice teknik imkâna ulaşmış iken, eğitim ve okuryazarlık düzeyleri yüksek olan toplumlarda dahi bilime duyulan güvenin erimesini nasıl açıklayabiliriz? Bilim denilen kuruma neden güvenmeliyiz? Ayrıca, bilime karşı güvensizliği nasıl giderebiliriz? Bu sorulara yanıt arayacağız bu yazımızda.

Bilime duyulan güvensizliğin kök nedenleri

Şu noktayı vurgulayarak başlayalım: Bağnaz ve köktendinci kesimleri hariç tutarsak, yapılan araştırmalar, bilime duyulan güvensizliğin çoğu kez topyekûn bir bilim karşıtlığından kaynaklanmadığını, kişilerin daha ziyade belli başlı konularda ve türlü nedenlerden dolayı bilime karşı güvensizlik sergilediklerini ortaya koyuyor [5].

Önyargılar, bilimin ürettiği bilgiye şüpheyle bakmanın en önemli nedenlerinden biri olarak gösterilmektedir [6]. ‘Kişisel doğrularımız’ ile ters düşmesi durumunda, yeni enformasyona kuşkuyla yaklaşmak veya onu tümüyle göz ardı etmek, evrimsel tarihimiz boyunca hayatta kalma şansımızı artıran bir davranış şeklinden kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca, sahip olunan inancı muhafaza etmek, beyin faaliyeti açısından az enerji gerektiren, dolayısıyla günlük yaşamda kolayca benimsenen bir tutumdur. Psikologlar bu davranış şeklini ‘doğrulama sapması’ (confirmation bias) kavramıyla açıklıyorlar: Doğrulama sapması, önceden sahip olduğumuz düşünce veya fikirleri destekleyecek enformasyona ziyadesiyle itibar etmemize, kanılarımıza ters düşeni ise görmezden gelmemize veya ona karşı çıkmamıza neden olur. Amerikalı iş adamı Warren Buffett, insanoğlunun bu özelliğine dikkat çekenlerdendir: “İnsanın en iyi yaptığı şey, yeni enformasyonu, önceki inançlarını koruyacak şekilde yorumlamaktır.” İnsanları, gözleri önüne apaçık serilen gerçeklerden yüz çevirmeye itebileceği için, doğrulama sapması özellikle bilimsel bağlamda önemli bir sorun oluşturmaktadır.

İdeolojik ve siyasi yönelimler, önyargı yaratan en önemli faktörler arasında yer almaktadır. Dinsel ideolojilerden beslenen bilim karşıtlığını anlatmamıza gerek yok: Tarih bu konuda cömertçe örnek sunmakta. Ancak siyasi eğilimler de benzer sonuçlar doğurabilir. Örneğin modern bilimin çok güçlü delillere dayanarak varlığını ortaya koyduğu iklim değişikliği ve küresel ısınma olayları, muhafazakâr siyasi ideolojiler tarafından önemsiz olarak gösterilebilmekte hatta kimi zaman tamamıyla reddedilmektedir. Dinci veya popülist siyasi ideolojilerin ortaya attığı ‘alternatif gerçekler’ (örneğin evrim kuramını reddedip, ona bir alternatif olarak sunulan ‘evrimci yaratılış’ safsataları), günümüzde bilimi reddetmek amacıyla sık kullanılan bir diğer yaklaşımdır.

Tüm bunlara koşut olarak, internet ve sosyal medyanın, yanlış bilginin yayılışı ve böylece bilimsel bilgiye duyulan güvenin yitirimi konularında önemli bir katalizör etkisine sahip olduğu görülmektedir [7]. Dijital iletişim araçları henüz ortada yok iken, bilgi kaynaklarımız gazete, kitap veya ansiklopediler, ayrıca televizyon veya radyo programlarından oluşurdu; tam kusursuz olmasa da, bu ortamlardaki bilgi, profesyonel kadrolar tarafından hazırlanır, uzmanlara başvurulurdu; bilginin doğruluğunu sürekli teyit etme gereksinimi henüz doğmamıştı. Çevrimiçi dijital platformların ortaya çıkmasıyla, enformasyonu bilgiye dönüştürmek zorlaştı, ne doğru ne yanlış anlaşılamaz hâle geldi. Doğru enformasyona ulaşmak ne denli zor ise, önyargılarımızı besleyen, yanlış kanaatlerimizi güçlendiren yanlış enformasyona ulaşmak o denli kolaylaştı. Sosyal medyada, bilgisi kendinden menkul ‘uzmanlar’ türedi, her görüş birbirine eşit sayıldı, ‘hakikat ötesi’ (post-truth) kavramı doğdu; gerçek uzmanlar (bunlardan aşağıda bahsedeceğiz) kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar. Hâl böyle olunca, bilim dünyası da bu durumdan nasibini aldı. Tüm dünyada 2016-2019 yılları arası, kızamık vakaları sayısı ikiye katlanarak 869 bin 770'e ulaştı. 2019 yılında 207 bin insan kızamıkan öldüyse, bunun nedeni, aşı olmamaktan kaynaklanmaktaydı. Öte yandan 2000-2020 yılları arasında, aşının 25,5 milyon hayat kurtardığı tahmin edilmektedir [8,9].

Bilimsel bilginin kamu oyuna doğru ve çarpıtılmadan aktarılması gerekliliği, basın dünyasının omuzlarına ayrı bir sorumluluk yüklemektedir [10]. Wakefield olayı bu bağlamda ünlü bir örnek teşkil eder [11]. 1998 yılında saygın İngiliz tıp dergisi The Lancet’te yayımlanan ve Dr. Andrew Wakefield ile 12 meslektaşının imzasını taşıyan bir makalede, yazarlar, otizm belirtileri gösteren çocuklarda ‘kronik enterokolit’ bağırsak hastalığını saptadıklarını, ayrıca bu hastalığın KKK (kızamık-kabakulak- kızamıkçık) aşısı tarafından tetiklendiği bulgusuna vardıklarını duyururlar. “Otizmin başlangıcı ve bunun fark edilmesi zamana yayılacağından bunun aşıdan sonra olduğunu göstermek için sadece ebeveynlerin hafızasına güvenmek yeterli değildi” [11] elbette, ancak ok yaydan çıkmıştı bir kere: KKK aşısının otizme yol açtığı haberi, yazılı ve görsel basın tarafından aylar hatta yıllarca gündemde tutuldu. Oysa, Wakefield makalesi yayımlanır yayımlanmaz, bilim camiasında, iddiaların bilimsel niteliği sorgulanmaya başlamıştı: Sonuçlar bilimsel prosedürlere uyulmadan elde edilmiş, çalışma sayıca çok küçük (sadece 12 kişilik) ve yanlış seçilmiş bir çocuk popülasyonu üzerinde yürütülmüş, otizm teşhisi konulmuş çocuklarda gözlemlenen bağırsak hastalığına aşıdan kaynaklanan bir etkenin neden olduğu iddiası ise kanıtlanmamıştı. Ancak, KKK aşısının otizme yol açtığı iddialarının temelsiz olduğunu gösteren bilimsel araştırmalar basında öylesine üstünkörü yansıtılmıştı ki, kamu oyunda, bilimsel toplumun bu tartışmalı konuda eşit oranda ikiye bölündüğü algısı yaratılmıştı. Daha sonraki gelişmeler ibret verici nitelikteydi: Wakefield makalesinin ortak yazarlarından 10’u, KKK aşısının otizme yol açtığı iddiasını desteklemediklerini duyurdu. Üstüne üstlük Wakefield’in kendisinin, araştırma verileriyle oynamış olabileceği, ayrıca “enterokoliti de tedavi edecek yeni bir kızamık aşısı için patent başvurusunda bulunmuş (...), kızıl, kızamık, kabakulak aşısı üreticilerine toplu tazminat davası açma amacını taşıyan bir kuruluştan yüklü miktarda para almış” olduğu ortaya çıktı [11]. Wakefield makalesi The Lancet tarafından 12 yıl sonra geri çekildi . Ancak yanlış bilgi bir kez yayımlanmaya görsün, artık kamuoyu belleğinden silinmesi mümkün değildir: Aşı olmanın çocuklarda otizme yol açabileceği inancı, sanki bir bilimsel gerçekmiş gibi, yaygınlık kazandı. Tüm bunların yanında, aşı üreticilerinin KKK aşısı hakkında gerçekleri gizlediği haberini yaymayı görev bilen komplo teorisi ideologlarına gün doğdu.

Bu noktada, bilimsel bilgiye duyulan güvensizliğin bir diğer nedenine, bilimin zorluğuna değinmemiz yerinde olacaktır. Uzmanlık alanlarının gittikçe daralıp derinleştiği çağımızda, sıradan vatandaşın, artık anlaşılamaz hâle gelen bilimsel konulardan kopuşuna şaşırmamak gerekir. Sırf ‘bilim böyle söylüyor’ argümanını öne sürüp, insanların anlamadıkları konuları kabul etmelerini istemek tepkisel davranışlara yol açarken, pek çok kişi, karşılarına bir ‘otorite’ olarak konulan bilim müessesesini reddedebiliyor. Bilim insanlarının genelde iyi iletişimciler olduğu söylenemez. Oysa bilimsel verilerin halk ile saydamca paylaşılması, güven artırıcı bir etmendir. Laboratuvarının ya da çalışma odasının dört duvarı içerisine kapanan, sokaktaki insanın anlayamayacağı bir dille konuşan bilim insanlarının halk arasında güven yaratabilmeleri olanaksızdır. Bu yüzden, bilimsel konuları sadeleştirerek, onları uzman terminolojisinden arındırıp halka doğru şekilde aktarabilen ve böylece toplum ile bilim arasında bir güven köprüsünün kurulmasına katkı sağlayan bilim insanlarına, bilim gazetecilerine ve yazarlara (özellikle ülkemizde) büyük bir gereksinim olduğu çok açıktır.

Son olarak, kişilerin bilime karşı tutumunu etkileyen bir diğer unsura kısaca değinelim: tahsil ve eğitim düzeyi. Düşük bir eğitim düzeyinin ‘bilime inanmama’ konusunda belirleyici bir faktör olabileceğini kolayca anlayabiliriz, ancak şu paradoksal durumu da zikredelim: “Pek çok çalışmanın gösterdiği üzere, bir kişi ne kadar yüksek bir eğitim düzeyine sahipse, o kadar yeni enformasyona karşı argüman yaratabilmektedir” [6].

Bilime neden güvenmeliyiz?

Yazımızın başlık sorusuna geri dönelim: Bilime neden güvenmeliyiz?

Bu sorunun yanıtı, genelde: ‘Çünkü bilimsel olgular, adına bilimsel metot (ya da bilimsel yöntem) denilen, ampirik bir bilgi edinme yaklaşımına dayanarak ortaya konulur’ şeklinde verilmiştir. Bilimsel metot, bilime güven duymanın en önemli nedenlerinden biridir elbette, ancak özellikleri itibarıyla sihirli bir formül olmadığının da altını çizmemiz gerekir. Bilimsel metodun yanı sıra, bilim camiasının kendine özgü kontrol mekanizmaları geliştirmiş ve normatif değerlere bağlı olması; ayrıca kendi çalışma alanlarında derin bir bilgi birikimi ve deneyime sahip olan uzmanların var oluşu, bilimin ürettiği bilgiye güvenimizi artıran diğer nedenlerdir. Daha yakından bakalım.

Bilimsel metot

Bilimsel metodun tarihsel gelişim sürecinin izini Antik Yunan dönemine (örneğin Aristo’ya) sürmek mümkün. Bu yöntem, Ortaçağ’da (örneğin Robert Grosseteste, Albertus Magnus, Thomas Aquinas veya Roger Bacon gibi) birçok düşünür tarafından savunulmuş, 16. yüzyılda (örneğin Andreas Vesalius veya Francis Bacon sayesinde) daha iyi tanımlanmış, 17. yüzyılda ise (örneğin Galileo Galilei, Robert Boyle, Isaac Newton ve diğerlerinin çalışmalarıyla) doğa kanunları keşif sürecinde uygulamaya konularak bilimsel devrimi hızlandıran başlıca etken olmuştur.

Kısaca özetleyecek olursak bilimsel metot, belli bir araştırma konusunda; varsayım (hipotez) oluşturma, varsayımların mantıksal sonuçları olarak bazı kestirimlerde bulunma, bu kestirimleri gerçek ölçüm ya da gözlemlere dayanarak doğrulama aşamalarından oluşan döngüsel bir süreçtir. Şöyle ki, kestirimler ile ölçüm/gözlem arasındaki olası uyuşmazlıklar, başlangıç hipotezlerini tekrar gözden geçirme ihtiyacını doğurur, iyileştirilmiş hipotezlerden yeni kestirimler oluşturulur ve bunlar ölçüm/gözlem yoluyla tekrardan sınanır; bu döngü, ‘doğru’ hipotezler, yani ölçüm/gözlemler ile bağdaşan kestirimlere ulaşılana dek tekrarlanır. Böylece, araştırılan olayın kademeli olarak bir ‘modeli’ ortaya çıkar. Günümüzde bilimsel metot sadece doğa olayları ile ilgili değil, başka alanlarda da, örneğin bilgisayar ortamında hesaplamalı bilimlerde de uygulanır.

Yukarıda yaptığımız bilimsel yöntem tarifi, olabildiğince genel bir formülasyon şeklindedir ve bu yüzden günlük hayatta tamı tamına uyularak, adım adım uygulanan/uygulanabilen bir ‘reçete’ olmayabilir.

Mesela pratik çalışmalarda kimi zaman tümdengelim (dedüksiyon) metoduyla yola çıkarken, kimi zaman tümevarım (endüksiyon) metodu ile başlanır, hatta sıklıkla tümdengelim-tümevarım karışımı bir yaklaşıma başvurulur. Öte yandan ‘fiziksel model oluşturma’ [12] yolu tercih edilebilir ya da fizikçi David Deutsch’un değişimsizler (invariants) arayışı ilkesine göre ‘değişmesi zor açıklamalar’a (hard-to-vary explanations) varılmaya çalışılabilir [13], vs. Dolayısıyla bilimsel yöntem, tekdüze, katı ve yeknesak bir norm oluşturmaktan ziyade, pratikte farklı şekiller alabilmektedir. Göz ardı edilmemesi gereken bir diğer husus ise bilimsel yöntemin, araştırmacının kişisel tercih ve önyargılarından etkilenebilen bir süreç olduğudur. Amerikalı bilim filozofu Thomas Kuhn [14], bilimsel ilerlemenin, bilimsel yöntemin basit bir uygulamasının ürünü olmadığını, ilgili sürecin çetrefil karakterini ortaya koymuştur. Bir diğer bilim filozofu olan Avusturya doğumlu Paul Feyerabend [15], çok daha ileri giderek, bilimin ve bilgi arayışının aslında anarşik bir süreç olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca anımsamamız gerekir ki, bir bilimsel tahminin doğru çıkması, bu tahminin dayandığı teorinin mutlaka doğru olduğunu göstermez: Yanlış teoriler, doğru kestirim verebiliriler—dünya merkezli Ptolemaios kozmolojisi, bu durumun en ünlü örneklerinden biri olsa gerek.

Ancak, oldukça farklı ve hatta karmaşık görünseler de, yukarıda anılan yaklaşımların ortak noktası, delil toplamak ve kanıt oluşturmaktır. Zaten bilimin en önemli özelliği, olgusal oluşudur ve bu bağlamda delil, bilimsel bilginin temel yapı taşıdır.

Fakat delilleri değerlendiren kimlerdir? Bilim insanları, elbette. Peki bilim insanları, bir şeyin bilindiğini söyleyebilmek için, yeterince delil toplandığına dair nasıl karar verirler?

Bilimin işleyiş şekli

Nicelik ve nitelik bakımından savların yeterince delil tarafından desteklendiğine ilişkin karar, tek bir kişi tarafından değil, o alanda çalışan bir uzmanlar grubu tarafından verilir. İşte burada bilimsel bilgi edinişin kilit kavramı ile karşılaşıyoruz: uzlaşı (konsensüs). Bilimsel bilgi, uzmanların uzlaştıkları hususların bütünüdür, diyebiliriz. (Şu noktaya da dikkat çekelim: Uzlaşı, bilimin bir amacı değil, bilgi arayışının bir sonucudur [16].)

Peki, uzlaşı ile sonuçlanabilecek bu karar verme süreci tam olarak nasıl gerçekleşir? İlk önce, bilimsel bulgular, bildiri, makale veya kitap şeklinde yayına hazırlanır; yayına sunulan metin bağımsız uzmanlar-meslektaşlar tarafından bir hakemlik süreci kapsamında değerlendirilir; eğer hakemlik süreci sonunda reddedilmemiş ise, olası eleştiri ve öneriler göz önünde bulundurularak metin yazar(lar) tarafından güncellenir; güncellenmiş metin yeni bir hakemlik sürecine tabi tutulur; bu döngü tüm hakemler tatmin oluncaya dek yinelenir.

Bilimsel bilgi üretiminin önemli bir öz denetim mekanizmasını oluşturan bu karar verme süreci, oldukça meşakkatli olmanın yanında, kendi normlarına ve bir iç diyalektiğe sahiptir. Sürecin zor ve sorgulayıcı oluşu, bilime güvenimizi güçlendiren unsurlardır. Dolayısıyla biliminsanına güvenmemize gereksinim yoktur, fakat bir süreç olarakbilim’e güvenebiliriz [16].

Günümüzde araştırma faaliyetlerinin gitgide kolektif bir nitelik kazanmasını (örneğin disiplinler ve/veya uluslar arası çalışmaların artması), bilimsel kontrol mekanizmalarını çoğaltan, bu yolla olası hataların henüz erken evrelerde düzeltilebilmesine olanak sağlayan bir diğer unsur olarak görebiliriz.

Uzmanlar

Uzmanlar, akademya veya akademya dışında belli bir alanda çalışarak kendilerini kanıtlamış, yıllara dayanan geniş bir bilgi ve tecrübeye sahip bilim insanlarıdır. Bu kişilere, uzmanlık konularında danışılır, kamuoyunu aydınlatacak değelendirmelerde bulunmaları istenebilir.

Bilimde, bir şeyin mutlak anlamda kanıtlandığını hiçbir zaman söyleyemeyiz (matematik alanını dışarıda tutarsak). Dolayısıyla, Amerikalı tarihçi David Joravsky’nin ifade ettiği gibi, uzmanlar ve “bilim insanları mutlak doğruya ulaştıklarını söyleyemezler, fakat kendi özel çalışma alanlarında, gerçek bilgiye, tüm diğer insanlardan en yakın kişiler olduklarını söyleyebilirler” [16].

Örneğin, otizm alanında çalışan bir uzmanın, aşıların etkisi konusunda, Google’da 10 saat boyunca ‘aşılar ve otizm’ gibi anahtar sözcüklerini vererek araştırma yapmış olan kişiye kıyasla çok daha doğru ve güvenilir öngörüde bulunması kaçınılmazdır [17]. Kaldı ki günümüzde “Uzmanların kanaatini reddetmek, bir bağımsızlık ifadesi olabiliyor... İnternet, hepimizin liyakatli olduğumuz yanılgısını desteklemekle kalmıyor, aynı zamanda hepimizin eşit bir düzeyde olduğu yanılgısına da yol açıyor” [18]. Ayrıca belli çıkar gruplarına hizmet eden ‘uzmanlar’ın da oluşabileceğini anımsarsak, sokaktaki insan için sapla samanı birbirinden ayırmak doğal olarak imkânsız hâle gelebiliyor.

Uzmanların kanaati de bir denetime tabi tutulmalıdır? O vakit, bu görevi kim üstlenecek? Romalı şair Juvenal’ın sorusuna dönmüş oluyoruz: Quis custodiet ipsos custodes?—gardiyanlara kim gardiyanlık edecek?

Ancak şu önemli noktayı vurgulamadan etmeyelim: Uzlaşı sağlanmış konularda modern bilimin yanlış sonuçlara varmış olduğunu gösteren örnek sayısı yok denilebilecek kadar azdır.

Ne yapılmalı?

İnsanlığın önünde duran devasa sorunlara (iklim değişikliği ve küresel ısınma, toprak, hava ve su kirliliği, içilebilir su kaynaklarının azalması, demografik patlamalar, gıda maddelerinin yetersizliği, açlık, enerji kaynaklarının tükenmesi, kalp ve damar hastalıkları ve kanserlerin artışı, epidemiler, pandemiler, antibiyotiklerin yetersiz kalışı, yeni nesil ilaç gereksinimi, genetik hastalıklar…) ancak bilimin yol göstericiliğinde çözüm getirilebileceğinden, bilim ile toplum arasındaki güven ilişkisini ihya etmenin gerekliliği daha net biçimde ortaya çıkmaktadır.

Bu hedefe nasıl ulaşabiliriz? Yer darlığı nedeniyle, bu yazıyı sonlandırırken sadece birkaç ipucu vermekle yetineceğiz.

Bilimin toplumsal itibarını yükseltmek en başta gelen önlemlerden biri olsa gerek. Bu bağlamda, eğitim sistemine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Yapılan bazı çalışmalar, kötü bilimi ifşa etmenin veya yer etmiş önyargıları bertaraf etmenin genelde sonuçsuz kaldığını göstermiştir [19,4]. Dolayısıyla genç zihinlere bilim sevgisini aşılamak, onlara bilimsel düşünüş tarzını benimsetmek elzemdir. Kaldı ki Türk eğitim sisteminin tam aksi yönde yol aldığını izlemek, son derece kaygı vericidir...

Bir diğer önlem, dijital ortamda yanlış bilginin yayılmasına engel olmaktır. Bu hedefe, internet sitelerini yasaklayarak erişilemez elbette, ancak yanlış bilgilendirme ile savaşan çevrimiçi araçlar geliştirilebilir; bunların hâlihazırda bazı versiyonları mevcut, örneğin [20]. Ayrıca, sadece doğru bilgiye itibar etmeleri yönünde, siyasileri ve yöneticileri duyarlı kılmak gerekir; bu yaklaşımı farklı web siteleri sayesinde desteklemek olumlu sonuçlar verebilir (bu bağlamda ABD’de https://www.protruthpledge.org/ sitesi oldukça başarılıdır).

Uzmanların halk ile daha fazla diyalog içerisinde bulunması, veri kaynaklarının ve bilimsel sonuçların saydamlıkla paylaşılması ve eğer hata yapılmış ise, hatanın ikrar edilip düzeltilmesi, yani hesap verilebilirlik, güven ve saygı artırıcı önlemler olacaktır.

Kaynaklar

[1] https://ec.europa.eu/eurostat/statistics-explained/index.php?title=Mortality_and_life_expectancy_statistics
[2] https://www.discoursemagazine.com/culture-and-society/2020/07/13/the-great-enrichment/
[3] https://big.assets.huffingtonpost.com/tabsHPScienceandPolitics20170428.pdf
[4] https://www.newyorker.com/news/news-desk/the-mistrust-of-science
[5] https://aeon.co/ideas/what-makes-people-distrust-science-surprisingly-not-politics.
[6] https://www.wyomingpublicmedia.org/open-spaces/2020-07-17/why-we-dont-trust-science.
[7] https://blogs.scientificamerican.com/observations/dis-trust-in-science/
[8] https://www.healio.com/news/infectious-disease/20201112/measles-killed-207k-people-in-2019-as-cases-hit-23year-high
[9] https://www.who.int/news/item/12-11-2020-worldwide-measles-deaths-climb-50-from-2016-to-2019-claiming-over-207-500-lives-in-2019
[10] ALLEA (All European Academies), Bilime Duyulan Güven ve Değişen İletişim Mecraları, Ocak 2019.
[11] Bilim Akademisi, https://sarkac.org/2020/04/wakefield-olayi/
[12] https://en.wikipedia.org/wiki/Physical_model
[13] D. Deutsch, A new way to explain explanation, Ekim 2009, TED konuşması, https://www.youtube.com/watch?v=folTvNDL08A
[14] T. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, University of Chicago Press, 1962.
[15] P. Feyerabend, Against Method: Outline of an Anarchistic Theory of Knowledge, New Left Books, 1975.
[16] N. Oreskes, Why Trust Science, Princeton University Press, 2019.
[17] https://blogs.scientificamerican.com/observations/dis-trust-in-science/
[18] https://www.harvardmagazine.com/2018/03/death-of-expertise-by-tom-nichols
[19] https://skepticalscience.com/Debunking-Handbook-now-freely-available-download.html
[20] https://www.rand.org/research/projects/truth-decay/fighting-disinformation/search.html