Sapiens’in Gizemli Kökeni

“Hiçbir şey, asla başladığını düşündüğümüz zaman başlamaz.” (1)

Hayatımızın farklı evreleri ya da olayları hakkında söyleyebileceğimiz bu söz, aynı zamanda biyolojik evrimleşmenin temel bir gerçeğini ifade eder: Türleşme sürecinde birbiri ardınca âdeta iç içe yuvalanarak oluşan yeni yaşam şekillerinin her birinin tam olarak ne zaman ortaya çıktığını belirlemek olanaksızdır. Tırtıl nerede biter, kelebek nerede başlar? Biyolojide, hiçbir sınır net bir biçimde çizilmiş değildir...

‘İlk insan’ın ortaya çıkış anından söz edebilmek olanaksızdır. Ancak soyumuzun evrimsel değişimlerini farklı fotoğraf kareleri olarak belirlemeye çalışabiliriz. Bunun için, bizleri yüz binler, hatta milyonlarca yıl geriye götürecek bir zaman yolculuğuna çıkmamız gerekir. Bu yolculuğu fosil buluntuları ve tarihleme teknikleri sayesinde yapabilmekteyiz.

Ezelî geçmişimizi aydınlatmak

Son on yılların teknolojik ilerlemeleri, geleneksel yöntemlere ek olarak, kadim tarihimize ışık tutmamızı sağlayan, yepyeni olanaklar yarattı. Örneğin, Uranium-Series ve/veya Elektron Spin Rezonansı teknikleri doğrudan fosil kalıntılarına uygulanabiliyor. Termolüminesans (ısıl ışıldama) tekniği sayesinde, bir ısı ya da ateş kaynağının çevresindeki tortul tabakalarda meydana gelen yapısal değişiklikleri ölçüp, kaynağın hangi tarihte aktif olduğunu saptamak mümkün oluyor. Fakat şüphesiz en önemlisi, DNA tabanlı metotlardır: Bu metotlar, soyu tükenmiş eski varlıkların genetik yapısını ortaya koyarak, paleo-antropolojiye hiç ummadık yeni kapılar açıyor.

DNA molekülü, âdeta tüm hücrelerimizde mevcuttur. Genlerimize ev sahipliği yapması nedeniyle derin bir enformasyon deposu niteliğinde olan bu molekülün çok sağlam bir yapıya sahip oluşu (örneğin, hücre içinde yer alan nice kimyasal tepkimelerden etkilenmemesi) en önemli özelliklerinden biridir: Böylece ‘genetik yazılım’, bozunmaya maruz kalmadan, işlevselliğini koruyabilmektedir.

Ancak her ne kadar dirençli bir yapıda olsa da, DNA molekülü, ölüm olayından sonra parçalanır, dağılır. Bu parçalanmayı tetikleyen en önemli etmenlerden biri, güneş ışınımıdır. Özellikle sıcak, nemli ve açık hava koşullarında, DNA nispeten kolayca çözünür. Ancak korunmaya elverişli, örneğin soğuk, kuru ve kapalı ortamlarda muhafaza edilmiş fosillerde, modern teknikler sayesinde çok eski DNA parçalarına ulaşmak mümkün olabiliyor. Günümüzde, kazılardan elde edilmiş en eski insan DNA’sı yaklaşık 400 bin yıl öncesine ait iken(2), en eski hayvan DNA’sı, yaklaşık 1 milyon yıl yaşındadır(3). Ancak Jurassic Parc filminde olduğu gibi, soyları bundan 60-70 milyon yıl önce tükenmiş dinozorların fosillerinden DNA elde etmek, bir hayalden ibarettir...

Şempanze kuzenlerimiz

Paleo-antropologlar, dedektif işi yaparlar âdeta: Başkomiser Nevzat’ın olay yeri kanıtlarına dayanarak bir cinayeti aydınlatmaya çalışması gibi, tarihleme tekniklerini kullanan paleo-antropologlar da fosil buluntularını değerlendirip, insan soyunun evrimsel serüvenini geri çatmaya çalışırlar. Kaldı ki geçmişimizi daha iyi anlama olanağına kavuşurken, aynı zamanda yepyeni soru işaretleri ile karşı karşıya kalabilirler.

Örneğin bilimsel araştırmalar, şempanzelerin, insanın atası olmadığını net bir şekilde göstermiştir: Bizler şempanzelerden türemiş değiliz, ancak insan ve şempanze, bundan yaklaşık 6-7 milyon yıl önce yaşamış ortak bir atadan türeyerek ortaya çıkmışlardır. Eğer bir akrabalık benzetmesi yapılacak ise, şempanzelerin (ve bonoboların) bir bakıma ‘kuzen’lerimiz olduğunu söyleyebiliriz. (Not: Şempanzelerden ayrılıştan sonra ortaya çıkan insan türlerinin tümüne ‘hominin’ adı verilir.)

Peki insan-şempanze ortak atası, nasıl görünüyordu? İşte bu konuda net bir yanıta sahip değiliz, ancak ortak atanın maymunsu bir eşkâle sahip, ufak tefek bir yaratık olduğunu varsayabiliriz. Kalıntıları 2001 yılında Afrika ülkesi Çad’ın Sahel bölgesinde keşfedilen, yaklaşık 6-7 milyon yaşındaki Sahelanthropus tchadensis, bu ortak ata olabilir mi? Belki. Yoksa bu canlıyı insan soyuna dahil etmeli, soyumuzun en eski temsilcisi mi saymalıyız? O vakit, insan-şempanze ayrımı daha eski bir tarihte mi gerçekleşmiştir? Bilim insanları, bu sorulara henüz kesin bir yanıt verebilişmiş değiller...

‘Out of Africa’

Homo cinsine ait ilk tür, bundan 2,4-1,4 milyon yıl arası yaşamış (alet yapımında becerikli olduğundan Hünerli İnsan anlamına gelen) Homo habilis’tir. 1,89 milyon ile 110 bin yıl önce arası yaşamış bir diğer tür olan (Dik İnsan) Homo erectus’un, Homo habilis’ten türediği düşünülüyor. Afrika kıtasını bundan yaklaşık 1,8 milyon yıl önce terk eden ilk Homo türü, Homo erectus olmuştur. Homo habilis’in ortaya çıkışı ile Homo erectus’un Afrika’dan ayrılışı arasında 600 bin yıllık kadar uzun bir sürenin geçmiş olması dikkat çekicidir: İnsansı atalarımızın Afrika’dan bu denli geç ayrılmalarının nedeni ne olabilirdi?

Bu sorunun yanıtını, Afrika kıtasının özelliklerinde bulabiliriz. Bir defa Afrika’nın muazzam büyüklüğü belirleyici bir etken olmuştur. Öte yandan kıta olarak Afrika’nın hiçbir zaman bir buzul devri yaşamamış olduğundan, barındırdığı canlıları—en azından çok uzun bir süre boyunca—yaşama daha elverişli iklimlere doğru itmemiştir. Peki buna rağmen atalarımızın Afrika’yı gene de terk etmiş olmalarının sebebi ne olabilir? Bu soruya kesin bir yanıt vermek zor. Pek çok uzmanın paylaştığı görüşe göre, Afrika ikliminin değişmesi, kuraklığının artması ya da bazı bölgelerde besin kaynaklarının tükenmesi, Homo erectus’u Afrika dışına iten etkenler olmuştur. Başka bir görüşe göre ise, iklim değişikliğinden dolayı otsu bitkilerle kaplı Doğu Afrika bölgelerinin Orta Doğu’ya doğru yayılması, Homo atalarımızı Afrika dışına çekmiştir. Afrika dışına çıkışın kademeli olarak gerçekleştiği düşünülüyor: ilk önce küçük gruplar, daha sonra kitlesel göçler şeklinde. Afrika’yı terk eden ilk Homo atamız, yani Homo erectus’un, günümüz Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin ve Ürdün bölgelerine ulaştığına dair güçlü kanıtlar var. Örneğin İsrail’in Ubeidiya bölgesinde, 1,6-1,2 milyon sene öncesine ait Homo erectus fosilleri bulundu. Bu bölgelere yayılan Homo erectus, başka insan türleri ile rekabette bulunmadı (tam aksine, Afrika’yı bundan 70-60 bin yıl önce terk ettiği düşünülen kendi türümüz Homo sapiens Avrupa’ya yayılınca Neandertal insanı Homo neanderthalensis ile rekabet etmiştir).

İnsan Evrimi: Pek çok yönleriyle gizemini koruyan bir süreç

İnsanın evrimsel tarihini anlamanın henüz başlarındayız. Günümüze dek Afrika’da (ya da diğer kıtalarda) yapılan kazıların sayısı, son derece az: Sadece birtakım ‘nokta atışları’ gerçekleştirilmiştir, diyebiliriz. Kazı çalışmalarının kapsam ve sayısının artması, ayrıca tarihleme teknolojilerinin de ilerlemesiyle, insanoğlunun gizemli geçmişine daha fazla ışık tutabileceğimize, ancak bu süreçte kadim tarihini yeniden yazmamızı gerektiren beklenmedik olgularla karşılaşacağımıza dair şüphe yok. Yeni gelişmelerden sadece iki örnek verelim.

2017 yılında, Fas’ın batısındaki Jebel Irhoud sitesinde yapılan kazılarda, yaklaşık 300 bin yıl yaşında olduğu saptanan Homo sapiens kalıntılarının gün ışığına çıkarıldığı haberi duyuruldu. Çok şaşırtıcı bir haberdi bu, çünkü o tarihe kadar, modern insanın yaklaşık 200 bin yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıktığına kesin gözle bakılıyordu (en eski Homo sapiens fosilleri, yaklaşık 195 bin yıl öncesine ait olup Etiyopya’da bulunan fosillerdi). Bu yüzden, modern insanın ortaya çıkışına ilişkin yeni soru işaretleri doğdu: Bir defa, bünyesinde hem modern hem de arkaik yapısal özellikler barındıran Fas fosilleri, gerçekten Homo sapiens türüne dahil edilmeli miydi? Homo sapiens, sanıldığının aksine, aslında Batı Afrika’da ortaya çıkmış ve ancak daha geç bir dönemde Doğu’ya mı göç etmişti? Homo sapiens türü, modern şekline Afrika’nın tek bir yerinde değil de, aynı zamanda farklı yerlerinde mi ulaşmıştı?

Bu noktada kısa bir not düşelim: Bir fosil buluntusunun Homo cinsine ait olduğunu söyleyebilmemiz için kıstaslar nelerdir? İlk başta ve belki de en önemlisi, iki ayak üzerinde dik yürüyebiliyor olmaktır. Bir diğer kriter ise, köpek dişlerinin küçüklüğüdür. (Homo cinsinin ilk türü olduğu düşünülen Homo Habilis’ten başlayarak son 2,5-5 milyon yıl zaman aralığında, hominin’lerin dişileri küçülme eğilimi göstermiştir. Bu olgunun kök nedenleri arasında, tarih ilerledikçe, insanın daha etkin kesme, ezme ve öğütme aletleri üretmesi, öte yandan ateş yakma becerisini geliştirip yiyeceklerini pişirmesi veya erkeklerin dişileri elde etmek için artık fiziksel olarak boy ölçüşmeye gereksinim duymamaları gösterilmektedir.) Homo cinsine ait olmanın diğer kıstasları arasında, alet yapımında beceri kazanmış olmak da sayılabilir.

Doğru bilinenleri temelden sorgulayan bir diğer keşif ise, 2015 yılında duyuruldu. Güney Afrika’da Rising Star mağarasında ortaya çıkarılan ve 15 farklı bireye ait olduğu saptanan insan kalıntıları, Homo cinsinin bilindik gelişim hikâyesine oldukça ters düşüyordu. Homo naledi adı verilen bu insansı yaratıklar özellikle küçük beyin boyutlarıyla uzmanları şaşırttı, çünkü Homo cinsinin tarihsel gelişimi, beyin hacminin zamanla büyümesiyle el ele gidiyordu. Örneğin art arda gelen bazı insan türlerinin beyin hacimleri şu şekildedir: Homo habilis 640 cm3, Homo erectus 860 cm3 (zamanla 1100-1200 cm3 ’e ulaştı), Heidelberg insanı 1200 cm3, Neandertal insanı 1500 cm3, Homo sapiens 1350 cm3 (bu değerler ortalama ve yaklaşık değerlerdir). Ancak nasıl oluyordu da, bundan 335-236 bin yıl önce yaşamış Naledi insanının 465–610 cm3 değerindeki beyin hacmi bu denli küçüktü? Bundan 2,4-1,4 milyon yıl arası yaşamış Homo habilis bile 640 cm3 hacminde bir beyne sahipti! Ayrıca Naledi insanının yaşadığı dönemde ortaya çıkmakta olan Homo sapiens‘in beyin hacmi yaklaşık iki kat daha büyüktü. Yoksa düşünüldüğü gibi büyük bir kafatasına sahip olmak, her durumda evrimsel bir avantaj sağlamıyor muydu? Yani küçük beyinli olmasına karşın Homo naledi, çağdaşları olan diğer Homo hemcinsleriyle benzer bilişsel yetilere sahip olabilir miydi? Homo naledi ile Homo sapiens arasında iletişim kurulmuş muydu?

Sonuç olarak insan evrimi doğrusal bir süreç olmaktan çok uzaktır: Onu, tam aksine, dallı budaklı, karmaşık bir ağ şeklinde düşünmemiz gerekir. Soyağacımızdaki dalların bazıları tükenip son bulurken, bazıları varlıklarını sürdürmüş, hatta başka dallar ile bir araya gelip yeni dalların oluşmasına yol açmıştır. İnsan türleri bölünmüş, tükenmiş, tekrar birleşmiştir. Bir türden diğerine geçiş, tam bir akışkanlık içerisinde gerçekleşmiştir. Neandertal insanından bundan yaklaşık 500 bin sene önce ayrıldığımız düşünülüyor, ancak bizlerin tam olarak ne zaman Homo sapiens olduğumuzu söylemek olanaksız. Günlük hayatta olduğu gibi evrimde de, asla hiçbir şey başladığını düşündüğümüz zaman başlamıyor...

------------------------------

(1) Lillian Hellman (1905-1984), Amerikalı yazar, oyun yazarı ve senarist.
(2) İspanya Atapuerca Dağları’nda erken dönem Neandertal insanına ait bir kemik parçasından âdeta eksiksiz bir mitokondriyal DNA çıkarılmıştır.
(3) Sibirya’da keşfedilen bir mamut azı dişinden elde edilmiştir.