Kavranamaz Bir Dünya Nasıl Olurdu?
Albert Einstein’ın “Dünya ile ilgili en akıl almaz şey, onun akılla kavranabilir olmasıdır” sözüne gönderme yapan Richard Dawkins, şu soruları sordu: Kavranabilir olmanın alternatifi nedir? Kavranamaz bir dünya nasıl olur, nasıl görünürdü?
Soruya bir yanıt getirmeye çalışmadan önce, bilimsel metoda dair bir iki hatırlatma yapalım.
Bilim insanları doğayı inceler, araştırır ya da sorgularken, iki yöntemden birine başvururlar. Bunların ilkine gözlem-esaslı bilim diğerine de hipotez-esaslı bilimderiz. Bilimsel Devrim’in önemli kazanımları arasında yer alan bu yöntemlerin köklerini, 17. yüzyıl bilginlerinin düşünce sistemleri ve çalışmalarında bulabiliriz: Francis Bacon, René Descartes, Robert Boyle, vd. Gerçi bu bilginlerin çoğu farklı bir terminoloji kullanıyordu: Örneğin ‘doğa tarihleri’ (natural histories, yani günümüz diliyle veri toplama) veya ‘doğa felsefesi’ (natural philosophy) terminolojisi oldukça yaygındı. Gözlem-esaslı bilim daha ziyade tümevarım (induction), hipotez-esaslı bilim ise tümdengelim (deduction) akıl yürütme şekillerine dayanır. Biraz farklı söylersek, tümevarım ‘genelleme yapmaya’ yönlendirir, tümdengelim ise ‘neden aramaya’ yöneliktir. Bilimsel metot, her iki yöntemden de faydalanır.
Örnek verelim: Canlı varlıklar üzerine çokça gözlem yapıp, tümevarımcı bir yaklaşımla, “Canlılar, farklı türlerden oluşur” genellemesine varabiliriz. Öte yandan, tümdengelimci bir yaklaşımla, “Canlı türleri, evrimleşme yoluyla ortaya çıkarlar” hipotezini ortaya atıp, bu hipotezi gözlem sayesinde doğrulamaya/yanlışlamaya calışabilir, böylece, ‘neden’ farklı türlerin var olduğu sorusuna bir yanıt, bir açıklama getirebiliriz.
Peki bu tazelenmiş bilgiler ışığında, ‘kavranabilir/anlaşılabilir’ olma hususuna daha yakından bakalım (epistemoloji biliminin içinden çıkılması zor labirentine girmiyorum).
Kavrama, idrak etme, daha ziyade ‘neden’ sorusuna bir yanıt arayan hipotez-esaslı bilimsel faaliyetin hedefi olduğundan, Dawkins’in sorularının yanıtını, öncelikle bu çerçevede aramalıyız. Peki, hipotez-esaslı bilim nasıl çalışır? O, bir model kurma çabası etrafında gelişir. Eğer oluşturulan bir model, fiziksel gerçeği yeterince doğru ve sadık bir biçimde yansıtıyorsa, o zaman söz konusu model bir bilimsel kuramın bel kemiğini oluşturabilir. Bir doğa olayı için tatmin edici bir model geliştirebilmiş isek, o zaman bu olayı kavradığımızı düşünürüz.
Bu noktada meraklı okurumuz için kısa bir parantez açalım. Modeller, gerçek dünyayı anlamak için oluşturulmuş (matematiğe dayanan) zihinsel kurgulardır fakat realitenin kendisi değillerdir. Mesela (elektrik, manyetik,...) ‘alan’ modeli, kuvvet-madde etkileşimini açıklamak için kullanılır. Veya kütleçekim olayı, uzam-zamanın kütle tarafından bükülmesi modeliyle ‘açıklanır’. Ancak bu açıklamalar, modellerdir, realitenin kendisi değil. Realitenin kendisi olmadıkları için, her zaman bir hata payına sahiptirler. Zaten bilimsel ilerleme, doğal dünya hakkındaki modellerimizin ‘yanlış’ olmasından kaynaklanmaz mı? Düşünün, insanoğlu 1500 yıla yakın bir süre boyunca Güneş ve gezegenler sistemini Ptolemayus modeliyle ‘anladı’ ta ki, tam aynı gerçek üzerine Copernicus modeli ortutulana kadar. Parantezi kapatalım.
Şimdi konumuzun püf noktasına gelmiş bulunuyoruz: Dünyayı kavramamızı, yani model kurabilmemizi mümkün kılan temel olgu, fizik kanunlarının değişmez, sabit olmalarıdır: İki kütle her zaman birbirini çeker, kimi zaman birbirlerini iter kimi zamansa çekerler durumu yoktur doğada. Veya boşlukta ışık hızı sabittir, vs...
Eğer aksine fizik kanunları sürekli rastgele bir şekilde değişseydi, ne istatistik yapmanın anlamı kalır ne de model kurabilmenin—dolayısıla dünyayı anlayabilmenin—imkânı olurdu. İşte idrak edilemeyen, kavranamaz bir dünya, ancak böyle bir dünya olurdu. Fakat kavranamaz bir dünyada biyolojik yaşam da kendini organize edemez ve hayat denilen olgu ortaya çıkamazdı. Ama madem ki varız, dünya mutlaka anlaşılabilir olmalı...
Siz nasıl yanıtlardınız Dawkins’in sorusunu?