9 dakika okuyuş

Ayağa Kalkan Maymun

Ayağa Kalkan Maymun

Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey isimli filminin başlangıç sahnesi belleklerde yer edindi: İnsansı bir maymunun, az önce elinde silah olarak kullandığı ve şimdi iki bacak üzerine dikilerek göklere doğru fırlattığı kemik parçası, ağır çekimin eşliğinde bir uzay aracına dönüşür. Richard Strauss’un Also sprach Zarathustra eseri bu müthiş sahneye son derece etkileyici bir boyut kazandırır…

İki ayaklılık (bipedalizm), türümüzün en belirgin özelliği olsa gerek. Ortalama olarak ömrümüz boyunca yaklaşık 150 milyon adım atarız, ki bu da Dünya’yı Ekvator çemberinde üç kez dönmeye eşdeğerdir. Atalarımızın bu son derece garip hareket etme şeklini nasıl elde ettikleri meselesi, evrimleşme serüvenimizin en ilginç yönlerinden biridir. Bu seferki yazımızın konusu olacaktır…

İki ayak üzerinde dik durma ya da yürümenin sadece insana özgü bir hareket şekli olmadığı çok açık: uçamayan kuşlar (devekuşları, penguenler,… ), uçabilen kuşlar, kertenkeleler, dinozorlar, … ve özellikle memeliler: kediler, kunduzlar, ayılar ve pek çok primat, ara sıra ayağa kalkar veya dik duruma gelerek ilerlerler. Ancak Homo cinsini diğer cinslerden ayıran özelliklerin başında geleni, her zaman iki ayak üzerinde hareket etmesidir. Homo cinsine ait ilk tür kabul edilen Homo habilis’in zamanımızdan 2,4-1,4 milyon yıl arası önce yaşamış olduğunu anımsarsak, bipedalizmin doğuşunu bundan daha eski zamanlarda aramamız gerekir. Peki, ne kadar eski?

Danuvius ile tanışalım

Güney Almanya’da keşfedilip 2019 yılında tanımı yapılan, zamanımızdan yaklaşık 11,6 milyon yıl önce (MYÖ) yaşamış Danuvius guggenmosi adındaki büyük insansı maymun (great ape), bipedalizm hakkında önemli ipuçları verdi (büyük insansı maymunlar, namıdiğer hominid’ler: şempanze, bonobo, orangutan, goril ve insanları içeren canlılar grubunun adıdır). Gorillerin, şempanzelerin, bonoboların ve insanın henüz evrimleşmediği bir çağda yaşamış olan bu ata tür, hayli farklı bir hareket şekli sergiliyordu: ağaç tepesinde, hem kollarıyla tutunup daldan dala sallanarak hem de dalların üzerinde ayakta yürüyerek ilerleyebiliyordu. Danuvius‘un dik yürüme yetisine işaret eden bulgular arasında, diz ve ayak bileği eklemlerinin insanınkine benzeyen yapılar barındırmasını sayabiliriz.

Danuvius’un ağaç tepesinde ilerleme şekli, daha sonraki dönemlerde bir taraftan insansı atalarımızın iki bacak üzerinde yürüyüş tekniğini geliştirmesi, diğer taraftansa goril/şempanze/bonoboların dört ayaklı bir yürüyüş şeklini benimsemesi [1] hakkında yepyeni bir hipoteze kapı açtı. Buna göre: Bipedalizm, boğum yürüyüşü sonrasında ortaya çıkmamıştır, çünkü ormanlık ortamı terk edip düz alanlara yayılmaya başlayan atalarımız dik yürüme becerisini zaten ağaç tepesindeyken elde etmişlerdi. Üstelik, yerleşik kanaatin tam aksine, boğum yürüyüşü, önceleri dik yürüme yetisine sahip büyük insansı maymunların zamanla yerde ilerlermek için geliştirdikleri bir yürüyüş şekli olabilir.

Zamanımızdan 7-6 milyon yıl öncesi insan-şempanze yol ayrımı (daha doğru bir ifadeyle, hominin’lerin diğer hominid’lerden ayrılışı) dönemine gidersek, birkaç ipucu daha yakalayabiliriz. Burada Sahelanthropus tchadensis adındaki en eski insansı atamızla karşılaşıyoruz. Bu yüzden Sahelanthropus’un yürüyüş şeklinin anlaşılmaşı, bilhassa önemlidir.

Sahelanthropus’un söyledikleri

Maymunsu bir görünüme sahip olmasına karşın, köpek dişlerinin ve yüzünün orta kısmının kısa oluşu gibi farklı anatomik özelliklerinden ötürü Sahelanthropus’un insan soyuna dahil edilmesi uygun bulundu. Ancak çok ilginç bir özellik daha barındırıyordu Sahelanthropus’un kafatası: foramen magnum denilen ve omuriliğin beyne bağlanmak üzere geçtiği boyun deliğinin kafatasının altında yer alışı, bu canlının dik yürüme yeteneğine sahip olduğuna işaret ediyordu (dört ayak üzerinde yürüyen hayvanlarda foramen magnum kafatasının arka kısmında yer alır). Böylece Sahelanthropus’un habitatı, sadece ormanlık alanla sınırlı kalmayıp Doğu Afrika’nın Çad bölgesindeki çayırları da kapsıyor olmalıydı: hem ağaçlara tırmanabilen hem de yerde iki ayak üzerinde yürüyebiliyen bir canlıydı bu.

Günümüze dek, Sahelanthropus’a ait sadece dokuz adet kafatası örneği bulundu: vücut anatomisi ve özellikle bacak ve ayak yapısı konusunda herhangi bir bilgiye sahip değiliz; eğer gelecekte yeni fosiller gün ışığına çıkarılabilirse, ancak o zaman bu maymunsu kadim atamızın hareket kabiliyeti hakkında daha kesin sonuçlara varabileceğiz.

Zaman yolculuğumuzu, Sahelanthropus’un çağından kendi çağımıza doğru sürdürelim. O vakit, dik yürüyüş ile ilgili ne gibi gelişmelere tanıklık ediyoruz? Birkaç örneğe bakalım.

Orrorin tugensis

2001 yılında Orta Kenya’da Tugen Tepeleri’nde keşfedilen, bir şempanze büyüklüğündeki bu canlıya ‘Milenyum İnsanı’ lakabı takıldı. Bundan 6,2-5,8 MYÖ yaşamış, kıvrık parmak ve güçlü kollarıyla ağaçlara tırmanabilen Orrorin’in uyluk kemiğinin üst kısmı, bipedallık yetisine sahip olabileceğine işaret ediyor. Ancak Sahelanthropus’un durumunda olduğu gibi, bu yetinin ne derece gelişkin olduğuna dair daha fazla biligi edinebilmemiz için yeni fosillere gereksinim var. Ayrıca Orrorin’in Sahelanthropus ile akrabalık derecesi nedir? Homo sapiens’in bir atası sayılabilir mi Orrorin? Bu soruların yanıtı açık...

Ardipithecus ramidus, namıdiğer Ardi

Etiyopya’da keşfedilen ve bundan 4,4 milyon yıl öncesine ait Ardipithecus ramidus, dikkat çekici uyarlamalara sahipti. Ardi’nin ayağı, öteki parmaklarının karşısına gelen bir başparmağı barındırıyordu, yani insan dışındaki diğer insansı büyük maymunlara özgü bir yapı sergiliyordu. Ancak şeklinden dolayı ayaklarını, dalları kavramaktan ziyade yerde ilerlemek için kullandığı düşünülüyor. Elleri, boğum yürüyüşü sağlayacak şekilde evrimleşmiş değildi. Kalça kemiğinin hem kısa ve geniş hem de kavisimsi bir şekil göstermesinden ötürü, ağaca tırmanmaya fakat aynı zamanda iki bacak üzerinde yürümeye de elverişli bir canlı olduğu anlaşılıyor. Kaldı ki dik yürüme şekli, modern insanın yürüme şeklinden oldukça farklı olmalıydı.

Australopithecus atalarımız

‘Güney Maymunu’ anlamına gelen Australopithecus‘un Homo cinsine atalık ettiği, günümüzde kabul gören güçlü bir hipotezdir. Peki, bu ‘ön insan’, iki ayaklılık yetisine sahip miydi?

Bundan yaklaşık 3,85-2,95 milyon yıl arası öncesine ait Australopithecus afarensis ile ilgili buluntular, paleoantropoloji tarihine damgasını vurdu. Bunun temelinde, iki ayrı heyecan verici keşif olayı yatmaktadır:

1976-78 yıllarında, Kuzey Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde birtakım sıra dışı buluşlar yapıldı. Burada yaklaşık 3,6 MYÖ bir yanardağ patlaması sonrasında geniş bir arazi kalın bir kül tabakasıyla kaplanmış, ardından yağan yağmurlar bu tabakayı pelte kıvamında bir çamura dönüştürmüştü. Bu ortamda yürüyen bazı hominin’lerin bıraktığı ayak izleri—çamurun güneşte kuruyup sertleşmesiyle—günümüze çok belirgin kalıplar olarak intikal etti: dik yürüyüşü araştıran bilim insanları için paha biçilmez bir bilgi kaynağı! Tahmin edilebileceği üzere Laetoli ayak izleri, pek çok çalışmaya konu oldu, incelemeleri hâlâ sürmekte. Ayak izlerinin, bir arada yürüyen üç veya dört Australopithecus afarensis tarafından bırakılmış olması kuvvetle muhtemel. Kül çamurunun içinden geçmelerinin nedenini ve tam olarak nereye gittiklerini bilemeyiz elbette, ancak bıraktıkları izler, ayak yapılarının bizimkisine çok benziyor olduğunu gösterdi: baş parmak diğer parmaklar ile aynı hizadaydı, ayak tabanı kemeri bizlerde olduğu kadar gelişmiş olmasa da belirgindi. Laetoli hominin’lerinin, modern insanınkine benzeyen bir yürüyüş şekline sahip oldukları artık pek şüphe götürmüyor.

Bilim tarihinde şöhret kazanmış bir diğer canlının keşfinden bahsedelim. Etiyopya’da, yaklaşık 3,2 MYÖ yaşamış yetişkin bir dişinin kemikleri 1974 yılında gün yüzüne çıkarıldı. Lucy ismi verilen (buluş yapıldığında, paleontologların kampında o aralar teyp üzerinden sürekli olarak Beatles’ların ünlü ‘Lucy in the Sky with Diamonds’ şarkısı çalınıyormus ve bu bağlamda ilham kaynağı olmuş), 105 cm boyundaki bu Australopithecus afarensis bireyi, sıra dışı özellikler sergiliyordu: oldukça küçük bir kafatasına sahip olmakla birlikte, iki ayak üzerinde yürüdüğü kesindi...  Ancak Australopithecus afarensis’in her daim iki ayak üzerinde yürüyen bir tür olduğu düşünmemeli: karada dik pozisyonda yürüdüğü fakat aynı zamanda ağaçlara tırmanabildiği, yani bedeninin her iki ortama uyarlanmış olduğu varsayılıyor.

Toparlayacak olursak…

Dik yürüyüşün erken hominin’ler tarafından benimsenişi hakkında kesin bilgiye sahip değiliz. Sahelanthropus, Orrorin veya Ardipithecus olsun, yaklaşık 7-4 MYÖ arası yaşamış bu canlıların anatomileri, hem ağaca tırmanmaya hem de iki ayak üzerinde yürümeye yönelik uyarlamalar barındırıyor. Ancak dik yürüyüş yetisine ne derecede sahip oldukları hususuna henüz net bir cevap verilebilmiş değil.

Australopithecus afarensis‘in evrimleşmesiyle, durum netlik kazanıyor: 3,6 milyon yıllık Laetoli ayak izleri, o dönemki ön-insanların bizlere oldukça benzer biçimde yürüdüklerini gösterdi; bundan yaklaşık 3,2 MYÖ yaşamış olan Lucy, dik yürüyordu.

Yukarıda çizmeye çalıştığımız tablo ile, iki ayak üzerinde dik yürümenin evrimleşme sürecini basitleştirerek gözler önüne sermeye çalıştık. Âdeta her evrimleşme olayında olduğu gibi, bipedalizmin ortaya çıkışı da, çok uzun süreler üzerine yayılan ve kesin bir başlangıç tarihi içermeyen bir süreçtir. Bundan 7-6 MYÖ yollarımızın ayrıldığı şempanzeler ile ortak bir ata paylaştığımıza, bu vesileyle de tanıklık etmiş oluyoruz: hem şempanze hem de insan ayağı tam 26 kemikten oluşur; ancak bizler durumunda evrim, bu ortak ayağa ufak tefek düzeltmeler yaparak, ona farklı bir şekil vermiş ve dik yürüyüşe uygun hâle getirmiştir.

İki ayaklılık neden evrimleşti?

Günlük yaşantımızda dik yürümenin pek çok olmusuz yönüyle karşı kaşıya kalırız.

Bir defa bu hareket etme biçimi, pek hızlı değildir. Bir insanın koşarak ulaştığı en yüksek hız, saatte 44 km’dir (2009 yılında 100 metreyi 9,58 saniyede koşup dünya rekoru kıran Usain Bolt ile yapılan ölçümlerin gösterdiği gibi). Bu değer hayli yüksek görünse de, doğru bir perspektife oturtulması gerekir: dört ayak üzerinde koşan bir şempanze aynı hıza erişebilmekte; insan büyüklüğündeki bir zebra ya da antilop iki kat daha hızlıdır; dolayısıyla iki ayak üzerinde ilerlemenin, hız açısından özel bir avantaj sağlamadığını görebiliyoruz.

Avantaj sağlamamak şöyle dursun, iki bacak üzerine dikilmiş olmanın ağır bir bedeli olmuştur: stabilite eksikliği, yere düşmeler (her yıl dünyada yarım milyon kişi yere düşme sonucu yaşamını yitiriyor), sırt sorunları, omurga deformitesi (skolyoz), kalça kemiğinin kısalması nedeniyle doğum esnasında bebeğin kendi üzerinde dönme gerekliliği ve bunun yol açtığı tehlikeler ...

Peki tüm bu olumsuzluklara karşın dik yürüyüş ne için benimsenmiş olabilir (‘ne için evrimleşmiş olabilir’ diye okunabilir)? Evrim kuramı açısından dik yürüyüşün avantajları, elbette ağır basmış olmalıydı.

Dik yürümenin evrimleşmesine dair çeşitli açıklamalar getirildi bilim insanları tarafından. En tanınmışı, Savana Hipotezi’dir. Bu hipoteze göre, Afrika’daki iklimsel değişiklik, ormanların küçülmesi ve savana denilen otsu bitkilerle kaplı çayırların genişlemesine yol açmıştır. Ağaçlıklar arası yerde ilerlemeye mecbur kalan insansı maymunlar, dik yürüme becerisini geliştirdi.

Bipedalizm, farklı avantajlardan dolayı evrimleşmiş olabilir: Güneş’e verilen yüzeyin küçülmesi ile ışınlara daha az maruz kalınması, bedenin sıcaklık kontrolünü kolaylaştırdı; serbest kalan eller ve kollar, yük (besin maddesi, yavrular,...) taşıma görevine uygun hâle geldi (Darwin’in öne attığı bir hipotezdir); etkin avlanma tekniklerinin önü açıldı; dört ayak üzerinde harekete kıyasla enerji tüketimi azaldı; yüksek otların hâkim olduğu ortamlarda hem uzakları hem de avları daha iyi gözleyebilmek mümkün oldu. Hatta kimilerine göre dik yürüyüş becerisi, bir kültürel ileti birimi (bir ‘mem’) şeklinde yaygınlık kazandı…

Bu açıklamaların tümü mantıklı argümanlara dayansa da, her birinin sonuçta spekülasyondan ibaret olduğunu kabul etmemiz gerekir; dolayısıyla bipedalizmin ortaya çıkışının gerçek nedenleri büyük olasılıkla bir muamma olarak kalacaktır. Öte yandan, Danuvius‘un gösterdiği gibi, dik yürümenin zaten ağaç tepesinde gelişmiş olup düz yerde devam ettiğini düşünürsek, ‘ne için evrimleşmiş olabilir?’ sorusunun pek de anlamı olmayabilir…

Kaldı ki, iki bacak üzerinde durmamız ve hareket etmemiz, evrimleşmemizi pek çok açıdan derinden etkileyen bir olay olmuştur: bu yüzden beslenme alışkanlıklarımız değişmiş, ellerin serbest kalışı alet yapım ve kullanışına olanak sağlamış, paylaşım ve ticaret ağlarının ortaya çıkışı mümkünleşmiş, beynin büyümesi ve dil yetisinin gelişmesinin önü açılmıştır. Bizler insanları maymunsu seleflerimizden ayıran temel adaptasyon, beyin hacmimizin büyüklüğü değil, ilk başta dik yürüyüşümüzün gelişmesi olmuştur: beynimiz ancak daha sonra hacmen büyümüştür. Biraz farklı söylersek, ayağa kalktıktan sonra akıllanmışız…

Bilim insanları, fosil buluntularından elimize geçen kemik parçalarında kırılmış ve sonradan tekrar kaynamış kısımların bulunduğuna dikkat çekiyor. Bu olgu bizlere, bundan milyonlarca yıl önce atalarımızın kaza durumunda birbirine yardım eli uzattığını, muhtemelen hasta baktıklarını gösteriyor: böylece insanlığımız, diğerkâmlığımız ve sosyalleşmemizin gelişmesinde dik yürümenin önemli bir payı olmuştur.

Kuzey Kutbu’na, Güney Kutbu’na ve Everest’in tepesine yürüyerek ulaşmış (Three Poles Challenge) ilk kişi olarak bilinen Norveçli kâşif ve gezgin Erling Kagge’nin sözleriyle bitirelim: “Homo sapiens bipedalizmi icat etmiş değildir. Aslında, bunun tam tersi olmuştur.”

__________

[1] Bu canlılar avuç içlerini değil, ellerinin parmak eklemlerine dayanarak ilerlerler—bu hareket biçimine ‘boğum yürüyüşü’ (knuckle walking) denilir.