2084—Dünyanın Sonu
George Orwell, 1984 isimli ünlü eseriyle, zamanının totaliter rejimlerinin insanlık için oluşturduğu tehdidi gözler önüne sermek istedi. Günümüz dünyası komünist ve Stalinist tehditleri atlatmış görünse de, başka bir tehlike sinsice pusuda beklemektedir: dinî totalitarizmler.
Cezayirli yazar Boualem Sansal 2084—Dünyanın Sonu romanında, belirsiz bir gelecekte yer alan, bütün yetkilerin bir elde toplandığı, özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, tüm dünyayı sarmış bir halifeliğin distopik öyküsünü kaleme alıyor. Romanın başlığı Orwell’e gönderme yapıyor elbette. Kendi ülkesinde dinci kesimlerin baskısı altında yaşayan Sansal, bu romanı ile, Fransız Akademisi’nin 2015 Büyük Roman Ödülü’ne layık görüldü.
* * *
Devasa bir imparatorluk olan Abistan, ismini, Yölah’ın dünyadaki elçisi Abi peygamberden alır. “Yölah yücedir ve Abi onun sadık elçisidir.” Abistan’da insanlar tek tanrı Yölah’a ibadet eder, teslimiyetlerini günde dokuz kez secdeye vararak belli ederler. Tanrı’nın mesajı, Abi peygamber aracılığıyla indirilen, kutsal kitap Gkabul‘da yer alır. Abistan halkı mutludur, günlük yaşamını takva ile tevekkül arasında, hiçbir şeyi sorgulamadan sürdürür; Tanrı’ya, adına mockba denilen yapılarda, din adamları mockbi’lerin rehberliğinde tapınır. “İnanan korkar, korkan da körü körüne inanır.”
Gerçi fitne fesat çıkaranlar da vardır Abistanlılar arasında: bu kişiler stadyumda kalbalık halk toplulukları önünde taşlanarak ya da boyunları vurularak öldürülür. Özgür düşünce yasaklanmış, her yerde ve her zaman çalışır olan bir gözetleme sistemi, ayrıca inanç komiserleri, telepati gücüne sahip etraftaki düşünceleri tarayan V’ler bulunmaktadır: böylece her bir sapkın fikir, söylem ya da eylem hakkında ânında haberdar olur yetkililer. Gizli polis Aygıt ajanları, toplum arasında kol gezer.
Abistan, yüz milyonların şehit olduğu Büyük Kutsal Savaş’ta elde edilen galibiyet sonrası kurulmuş, ama bu olayın tam olarak ne zaman gerçekleştiği bilinmez. 2084 yılında olabilir mi? Fakat 2084 yılı, hangi geçmiş zamanda yaşanmıştır? Bundan birkaç on yıl ya da birkaç yüz yıl önce? Abistan öncesi bir dünyanın olmadığı kanaati tüm akıllara kazınmış, tarih âdeta silinmiş, onun yerine bir kuruluş efsanesi yaratılmıştır. Önemli olan, düşmanın tastamam ortadan kaybolmuş olmasıdır. “Resmi öğretilere göre, kazanılan zafer kesin, kati ve değiştirilemez idi. Yölah üstün gelmişti.” Sistem, tam bir amnezi üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Abistanlılar, sadece ânı yaşarlar, ne geçmiş ne de gelecek kavramları ile âşinadırlar (vadedilen ölüm sonrası dünyanın dışında). “Yölah yüce ve adildir; dilediği gibi verir, dilediği gibi de alır.”
* * *
Romanın başında, hikâyenin kahramanı Ati, Abistan’ın ücra bir köşesinde yer alan bir sanatoryumda verem hastalığından ötürü bir yıl tedavi gördükten sonra taburcu edilir. Abistan’ın başkenti Qodsabad’daki evine, tekrar bir yıl süren bir seyahat sonunda ulaşır. Ati, dini bütün, saf ve sorgulamaktan aciz, asilik barındırmayan, düzgün bir kuldur. Ancak sanatoryumda ve sonraki yolculuğu sırasında tanıklık ettiği olaylar merakını tetikleyecek, bazı şeyleri anlamak isteyecektir.
Sanatoryumda bulunduğu dönemde Ati, hastaneye altı ayda bir uğrayan, aynı zamanda yiyecek tedariği sağlayan hacılar kervanının bazı yolcularıyla temas kurmuş, onlardan seyahatleri boyunca biriktirdikleri kehanet, mucize ve sefalet hikâyelerini dinlemiştir. Bu kervanlar geldikleri gibi kaybolurlardı, bir sınırın ötesine mi geçerlerdi acaba? Sınır mı? Gezegenin tümünü kaplayan Abistan’ın sınırı olmamalıydı…
Yolculuğu sırasında Ati, kaderini değiştirecek bir kişiyle tanışır: uzak bir sit alanından geri dönmekte olan, devlet memuru arkeolog Nas. Bir gün hoşbeş ederlerken Nas, bu gezisi sırasında antik bir kent keşfettiğini anlatır heyecanla. Nasıl oluyordu da bu antik kent, Kutsal Savaş’ta hiç zarar görmemişti? Ve nasıl oluyordu da şimdiye dek keşfedilmemişti? Abistan’da Yölah’ın yüce gözetiminden sıyrılabilen insanlar ve yerler mi vardı? Bu keşif, Abistan’ın kuruluş öyküsünü sarsacak nitelikteydi…
Qodsabad’a döndükten sonra Ati, bu sefer bir diğer kişiyle, yakın arkadaşı olacak Koa ile tanışır. Koa, nomanklaturanın bir üyesidir. Dedesi, Qodsabad’daki Muhteşem Mockba’nın mockbi’liğini yapmış, ünlü vaazlarıyla otokratik rejime değerli katkılarda bulunmuş biriymiş. Ancak dedesinin tam aksine Koa, ailesine ve sisteme baş kaldırmış, isyankâr bir karakterdir. Ati’nin bir antitezidir aynı zamanda: okumuş ve bilgili, sorgulayabilen ve sorulara cevaplar getirebilen bir akla sahiptir. Bu bakıma, herhangi bir entelektüel vasıftan yoksun fakat buna karşın hisleriyle sezinleyebilen Ati’nin tamamlayıcısıdır: bilgisizlik ile bilgi, bir araya gelmiştir. İki arkadaş, Abistan’a hükmeden Adil Kardeşlik ve onun yüce yöneticileri hakkında gizlenen bazı gerçeklerin gizlendiğinin ayırdına varınca, tehlikeli bir misyona çıkar. Hikâyenin gerisini okura bırakalım…
* * *
Totaliter rejimlerin en büyük sorunu, iktidarı bir defa ele geçirdikten sonra hükümlerini sürdürebilmektir. Halkı egemenliği altında tutabilmek ve bireyi itaatkâr kılmak için en etkin yöntemlerden biri, konuşulan dili kontrol etmektir.
Abistan’ın resmî dili Abice, ifade kabiliyeti güçlü, zengin bir dil oluşturmak şöyle dursun, sözcük sayısı gitgide kısıtlanarak, insanları dünyayı daha basit, daha ilkel ifade şekilleriyle kavramaya zorlamak amacıyla tasarlanmış bir dildir. Kişinin kelime dağarcığı ne denli zenginse, hayal gücü ve ifade etme yeteneği de o denli geniş değil midir? Birkaç yüz kelimeyle sınırlı bir kelime haznesi ile insan ne dünyayı kavrayabilir ne de sorgulamaya yönelik fikir üretebilir. Objeleri, kavramları ve hisleri kelimeler ile isimlendirebilmek, insanoğlu için elzemdir. Önünüzde duran masaya ‘masa’ diyemezseniz, onun gerçekliğini içselleştiremezsiniz; ya da hissetiğiniz duyguya ‘aşk’ diyemezseniz, o duyguyu kavrayabilmeniz mümkün değil...
Abice dilinin, Orwell’in 1984 romanında müstebit rejim tarafından icat edilen Yenisöylem (Newspeak) dilinden esinlendiği çok açıktır. Abicenin, Yenisöylem’in dinî versiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Basitleştirilmiş bir dile ek olarak, basmakalıp formüller sayesinde zihinleri rehin almak, otokratik rejimlerin başvurdukları bir diğer araç olmuştur hep. Orwell’in romanında, Okyanusya iktidar partisi, basit formüller ile gerçeği ters yüz eder: “Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür”. Sansal’ın eserindeki Adil Kardeşlik de benzer bir yola başvurur: “Teslimiyet iman, iman ise hakikattir.” “Mutlu bir hayat için haydi ölüme!” “Tanrı her şeydir, her şey Tanrı’dır.”
Dil, muazzam bir tahakküm aracıdır. Batı tarihinde, Kilise Latincesi’nin tam da bu rolü oynadığı çok açıktır. Sansal’a göre İslam’da, Kuran Arapçası aynı rolü oynar. Totaliter sistemlerin tümü, kendilerine hizmet edecek bir dil icat ederler.
Bir dini yaratan nedir? diye soruyor Sansal. İman mı yoksa ondan bahsediliş şekli mi, yani dil mi? “Kutsal bir dil olmaksızın bir din tasavvuru mümkün müdür?” Kitabın kahramanı Ati, bir dinden ziyade bir dil tarafından boyunduruk altına alındığının farkına varacaktır...
* * *
Bizleri bu BLOG çerçevesinde bilhassa ilgilendiren bir diğer düşünceyi dile getirerek son noktayı koyalım.
Abistan halkı tam bir ilkellik içinde yaşamaktadır. Hac amaçlı olmayan tüm seyahatler yasaklanmış, hac seferleri de Ortaçağ’da olduğu gibi, ancak kervan sürüleri ile gerçekleştirilmektedir. İnsanların ara sıra göklerde gördükleri nesnelerin (helikopterler, uçaklar) ne olduğuna dair bilgi ve fikirleri yoktur. İmparatorluğu yöneten muktedir takım ileri bir teknolojiye sahip iken, avam halk bu imkândan yoksundur. Dolayısıyla, bir halka tahakküm edebilmenin bir diğer koşulu, onu bilim ve teknolojiden mahrum bırakmaktır. Bu bağlamda bilim, totaliter rejimlerin ama özellikle dinî istibdatın en büyük düşmanıdır. Tersten söylersek bilim, demokratikleşmenin ve özgür bir toplum yaratmanın olmazsa olmazıdır. Tarihte Aydınlanma dönemi, Bilimsel Devrim’den sonra yer almıştır. Aydınlanma, ancak bilim eşliğinde mümkündür.
Günümüzde de tanıklık ediyoruz: doğrudan ya da dolaylı şekilde halkın bilime erişimini engellemek, onu cehalette tutup itaatkâr kılmanın en etkin metotlarından biridir. Çünkü bilimin en ayırt edici niteliği, sorgulayıcı olmasıdır. Dinler ise, tam aksine, sorgulamadan kabullenme üzerine dayanan sistemlerdir. Teslimiyet anlamına gelen Gkabul‘un 1. cilt, 2. bölüm, 12. ayeti der ki: “Vahiy yegâne ve evrenseldir, ne eklentiye ne de düzeltiye ihtiyaç duyar; imana, sevgiye ve eleştiriye de gereksinimi yoktur. O yalnızca Kabul ve İtaat bekler. Yölah mutlak güç sahibidir ve kibirlileri gazabıyla cezalandırır.”